Bir iş insanı olarak yaptığı tüm çalışmalarda ve bir sanat tutkunu olarak izini sürdüğü tüm eserlerde hep yeni bir şeyler arayışında oldu. Yenilik arayışında olmak, değişiklikler yapmak, farklı olanı görmek Mustafa Taviloğlu’nun imzası diyebiliriz. Çünkü Mevlana’nın o çok sevdiği sözündeki gibi: “Dünle beraber gitti, cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
Sinemada gazoz, sokaklarda simit, Mısır Çarşısı’nda oyuncak sattığı çocukluk yıllarına bakarak bile yeniliklere nasıl uyum sağladığını, onlardan nasıl beslendiğini görmek mümkün. Yenilik arayışı, işlerine, hayatına, günlük akışına yön veren bir pusula gibi olmuş. Maison Yirmisekiz’in sorularını yanıtlarken, Mustafa Taviloğlu’nun anlattığı hemen her konu “yeni bir şeyler yapma” tutkusunu ortaya koyuyor…
Maison Yirmisekiz: Mustafa Bey, yaptığınız her işte çeşitliliği bir arada görüyoruz. Mudo mağazaları, döneminde görülmemiş bir şekilde pek çok farklı ürünü bir arada barındıran ilk örneklerden oldu. Şimdi koleksiyonunuza baktığımızda çok farklı türlerde, farklı disiplinlerden eserler olduğunu görüyoruz. “Bu çeşitliliğin sizin için anlamı ne?” diye sorarak başlamak istiyorum.
Mustafa Taviloğlu: Mevlana’nın sözlerine çok inanırım. “Her gün yeni şeyler söylemek lazım” der. İşi de böyle yapmak lazım. Ben böyle yaptım. Değişiklik zaten bizim işin özünde var. Her sezon yeni bir şey yapmasak satamazdık. Koleksiyon da öyle oluştu. Belli bir türün peşinden gitmedim. Gözüme güzel geleni aldım. Farklı işlerden hoşlandım. Bu yüzden tek bir alanda değil, çok çeşitli eserler var içinde. Kimi arkadaşlarım tek türde fotoğraflar, videolar, resimler topluyor, saygı duyuyorum. Ben yaptığım iş icabı 35-40 sene boyunca her sezon yenilik peşindeydim. Yeni bir şey yapmazsak satamazdık. Her sene aynı paçalı pantolonu satamazsın. Bu yüzden değişiklik kanımızda var. Ben böyle olduğum için koleksiyonda da bir sınıflanma yok. Her şey var içinde: bir kürek aldım mesela, sergide Hoca Ali Rıza’nın yanında duruyor, yakınında sevgili İzzet Keribar’ın bir fotoğrafı… Bu çeşitliliği gören birisi demiş ki “Ne bulduysa almış”. Keşke ne bulduysam alabilseydim. Yedi ayrı yerde, çok farklı türlerde eserler sergiliyoruz. Ama bu farklılığa rağmen bir bütün olarak bir hikâye anlatıyorlar. Bu nedenle yedi mekânın tamamının görülmesini çok önemsiyorum. Birine gitmeyen hikâyeyi tamamlamamış oluyor.
“Önce Ailemi İkna Etmeliydim”
M28: Müthiş bir birikim. Yedi ayrı mekân eserlerle dolup taşıyor, etkilenmemek elde değil. İyi ki bir sergi ile bu eserleri bizlerle buluşturdunuz fakat şunu da merak ediyoruz, bu koleksiyonu sergilemeye karar verdiğinizde siz ne hayal ediyordunuz? Sizin için bu sergi amacına ulaştı mı?
M.T: 2 bin 412 eser var sergide. Bazıları birden fazla parçadan oluşuyor, öyle düşünüce 3 bine yakın parça var koleksiyonda. Bizim evde, çocukların evlerinde, mağazalardaydı çoğu, bazıları da depoda… Çok badire atlattı bu koleksiyon fakat satmayı hiç düşünmedim. Bir şeyler bırakmanın güzel olduğunu biliyordum fakat bu koleksiyonun devam edebilmesi için güzelliğini göstermek gerekiyordu. Bunun için de önce ailemi ikna etmeliydim. Bu sergi ile oldu, öncelikle ailem beğendi. Her bir mekânda sergiyi gezerken çok etkilendiler. Bu kadar eser olduğunu onlar da bilmiyordu, pek çoğunu ya görmemiş ya da unutmuşlardı. Aslında bakarsan ben bile bilmiyordum bu kadar eser olduğunu… “Ne hayal ediyordun” diyorsun… Ailem bu koleksiyonun satılmasını istemediğimi biliyor fakat durağanlaşmadan devam eden bir koleksiyon olmasını da hayal ediyorum. Yanlarında bir oluşum olursa daha güçlü bir şekilde sürdürürler, bunu da sağlayabilirsem sergi amacına ulaşmış olacak.
M28: Aileniz dışında koleksiyona gösterilen ilgiden memnun musunuz?
M.T: Çok güzel yorumlar geliyor. Hemen her yerde karşılaştığımız kişiler çok kıymetli şeyler söylüyor. Fakat 15 Aralık’ta serginin süresi doluyor. Oysa daha yeni mayalandığını düşünüyorum. Ziyaretçilerle daha uzun süre buluşması güzel olurdu. Bunu organize etmeye çalışıyoruz. Yurt dışından ilgi görmesi de mutluluk sebebi. Sergi kapsamında yaptığımız belgesel farklı dillere çevrilecek. Yunanistan’dan bir teklif var onu değerlendirmek istiyorum.
“Pek Aile Fotoğrafımız Yoktur, Nazardan Çekinirim”
M28: Daha önce de bir sergiye niyetlenmişsiniz, sanırım 90’lı yıllarda. Birkaç gün kala neden vazgeçmiştiniz?
M.T: Babamlar beş kardeşler. Kıztaşı’nda, İstanbul’un en eski muhitlerinden birinde yaşarlardı. O anlatırdı, “Babam bizi 10’ar dakika arayla evden çıkarırdı gözden korumak için” diye. Dedem öyle yaparmış. Ben de öyleyim işte. Kimi hiç korkmaz. Bense nazardan çekinirim. Bizim pek aile fotoğrafımız yoktur mesela. Röportajlarda kızımla, oğlumla, eşimle hep birlikte fotoğraf vermeyiz. Ömrüm boyunca da göz önünden uzak durmaya çalıştım. Bu koleksiyonu da her yerde konuşmazdım. Galericiler, sanatçılar tabii ki biliyordu bir koleksiyonum olduğunu. Şimdi sanat için, daha çok duyulsun, görülsün diye pek çok yerde anlatmaya çalışıyorum.
M28: Peki nasıl seçiyorsunuz eserleri? Koleksiyondaki eserlerin hem temalarına hem de dönemlerine göre sergileniyor olması koleksiyonerlik yolculuğunuz hakkında çok şey anlatıyor ziyaretçilere. Mesela son yıllarda sadece modern sanat eserleri aldığınızı görüyoruz. Neden böyle bir değişim oldu?
M.T: Çok dikkatli bakarak ve yüreğimdekiyle birleştirerek… Eserleri seçebilmek için çok zaman ayırıyor ve fuarları ziyaret ediyorum. Son yıllarda hep gençlere gittim. Bunun için birkaç platform var ama çok taze geçtiği için onu söyleyeyim, BASE var mesela, sanatseverler mutlaka takip etsin. İyi bir ekip tarafından genç sanatçıların eserleri seçiliyor. Çok iyi eserler aldım oradan.
M28: Satmayı hiç düşünmedim diyorsunuz ama ekonominin, koşulların etkisiyle zor zamanlardan da geçtiniz, nasıl dayandınız? Eser alımlarına ara verdiniz mi?
M.T: Amcamın bir sözü vardı: “Sadece sana bir şey oldu mu kork, herkese olduysa korkma” derdi. O dönemlerde herkes zorlanıyordu. Kendime güvendim, işimize güvendim, sonra oğlum Ömer’in çok iyi şeyler yaptığını/yapacağını gördüm ona güvendim. İki sene kadar hiçbir şey almadım. Hatta on yıl kadar yurt dışından alımları bıraktım. Ama bu sadece maddi bir konu değildi, bu moralle yapılacak bir şeydi ve o dönemde herhangi bir eser almak istemedim.
M28: Peki bir koleksiyoner olmayı hayal etmiş miydiniz? İlk eserlerinizi alırken sanırım böyle bir şey yoktu aklınızda…
M.T: Eşimle tanıştığımızda o 17 ben 27 yaşındayım. Öncesinde bir eser almak aklıma bile gelmemişti. Sanat eserlerini ilk kez onların evinde gördüm. Sonra eniştesinin Paris’teki galerisini ziyarete gittiğimizde oradaki ilgiyi, müzelerin önündeki kuyrukları görünce ilgim arttı. Bugün müzeler dünyanın en kalabalık üç yerinden biri. Bu ilgiyi çok kıymetli buluyorum.
“Hayran Olduğum Bir Çift Koleksiyoner Var”
M28: Kendi yolculuğunuza ilham olan, takip ettiğiniz koleksiyonerler var mıydı?
M.T: Hayran olduğum bir çift koleksiyoner var: Vogel çifti. Herbert Vogel postacı, eşi Dorothy Vogel ise kütüphaneci. Kendi mütevazı imkanlarıyla Amerika’nın en iyi koleksiyonerlerinden biri oldular, dünya çapında bir sanat koleksiyonu oluşturdular. Pek çok şeyden vazgeçip kazandıklarını, 40 yıl boyunca, dönemin gelecek vaat eden sanatçılarının eserlerine harcadılar. Eve giren maaşın biri hep sanat için ayrılmış. Araçları olmadığı için, taksi parası da genelde olmadığından, satın aldıklarını metroyla eve götürürlermiş. Bir belgesel de yapıldı onlarla ilgili, izlenmesini tavsiye ederim.
M28: Bu yolculuğu tutkuyla sürdürürken, hayatınız işiniz kadar sanat aşkınızla da şekillenmiş gözüküyor. Dostluklar mesela…
M.T: Ben bu koleksiyona ruhumu, vaktimi verdim… Bu kadar tutkuyla yapınca sanatçı dostlarımızla da muhabbetimiz pekişti tabii. Bu dostluklardan yana çok şanslıydım ama o şansı kendim de yarattım. Mesela senede dört kez Paris’e giderdim, hepsinde mutlaka Komet ile buluşurdum.
M28: Biliyorum sergi başladığından beri size en çok sorulan sorulardan biri bu ama bir koleksiyonerin röportajını okurken mutlaka merak edenler olacaktır: aldığınız en değerli eser hangisi?
M.T: Çok eser aldım ama çok pahalı eserler almadım. Serginin İş Bankası Resim Heykel Müzesi bölümünde olan Osman Hamdi’nin “Türbe Ziyaretinde İki Genç Kız”ı, bugüne kadar aldığım en pahalı eser. Ama bana göre eserlerin değeri öyle ölçülmüyor. Satmayı hiç düşünmeyince ne kadara alındığı, değerinin ne kadar arttığı önemli olmuyor. Burada tek tek saymayayım ama benim için çok daha değerli olan pek çok başka eser var koleksiyonda…
M28: Peki koleksiyonerlik yolunda ilk adımlarını atmak isteyenlere neler söylemek istersiniz?
M.T: Nereden başlayacağını bilmiyorsan, evine beğendiğin bir tablo alıp as. Çok eser almak derdinde olma, beğenmen önemli. Ve bu iş zaman ayırmadan olmaz. “Danışmanınız olmasın, her şeyi kendiniz yapın” gibi bir şey demiyorum ama kendiniz bakmalısınız, vakit ayırmalısınız.
“Olduğum Hal En İyisi”
M28: Bir süre önce işleri oğlunuz Ömer’e bıraktınız. Bu sayede bu müthiş koleksiyonu bizimle buluşturmak için zaman yaratabildiniz. Peki neler yapıyorsunuz, bize anlatabileceğiniz rutinleriniz var mı?
M.T: Dualarım ve yürüyüşlerim dışında benim pek günlük rutinlerim yoktur. Üst üste aynı şeyi pek yapmam. Ama şunu söyleyebilirim. Her günüm önceden planlanmıştır. Ve her gün yapacağım işleri bir kâğıda yazarım. A, B, C diye önem sırasına dizerim ve A’da ne varsa o gün mutlaka yaparım. Aksatmadığım, rutin diyebilecek bir şeyim daha var: dünyayı çok merak ederim ve takip ederim. Son bir yıldır Youtube’tan da izliyorum, orada her şey var. Maçları takip ederim, yurt dışındaki başarılı sporcularımızı da izlemeye çalışırım. Son 10 senedir, hatta sanırım daha fazla, yazları da hiç çalışmıyorum ve zamanımı teknede geçiriyorum, balıklara bakıyorum. Bu da bir rutin sayılırsa…
M28: Evet deniz ve balık da bir başka tutkunuz. Sizi siz yapan şeylerden biri hatta. Tam da bu noktada sormak istiyorum: Bir marka kurdunuz, pek çok başarı elde ettiniz, ödüllere layık görüldünüz. Bugün 20’li yaşlara dönseniz “farklı yapardım” dediğiniz bir şey olur mu?
M.T: Pek çok şey farklı yapılabilirdi ama “ya öyle olsaydı” diye hiç düşünmem. Öyle olsaydı belki bugün burada olmazdım. Bir şeyleri daha iyi yapsam belki başıma başka şeyler gelirdi. Amerika’nın gelmiş geçmiş en başarılı sanayicilerden biri olarak görülen Andrew Carnegie’nin mezar taşına yazılmasını istediği bir söz var. Son yıllarda düsturum tam da o söz, “burada kendinden daha hünerli insanları, kendi iş yerinde çalıştırabilme becerisine sahip bir adam yatıyor.” Bunu hep yapabilsem belki başka başarılar elde ederdim, çünkü yanımızdaki, yolumuzdaki insan çok önemli. Ama o zaman da belki bambaşka bir yerde olurdum. Olduğum hal en iyisi. Değiştirmek istemezdim.
M28: Çocukluk yıllarından beri hep çalışmışsınız. Manavda karpuz yerleştirerek, sinemada gazoz satarak, niyet satarak, balık tutarak, simit satarak, Mısır Çarşısı’nda oyuncak satarak… Bu kadar çalışırken, bu kadar çeşitli iş yaparken insan çok da hayat dersleri çıkarıyor kendine… Bugünden bakınca, çocuklara, gençlere ve bizlere tavsiyeleriniz ne olur…
M.T: Ben babamın üç öğüdünü tuttum, kendi çocuklarıma da hep öyle yapmalarını tavsiye ettim. Babam derdi ki “Kumar oynama, ara bozma, bir spor kulübüne adını yazdırma.” Bunlara ben de eklersem derim ki: Kendini gösterişle değil, işinle ön plana çıkar. İnsan ayırma, herkese eşit bakmaya çalış.
M28: Ne kıymetli öğütler hepsi, çok teşekkürler.
Bu röportaj Maison Yirmisekiz & Gentleman dergisinin iş birliğinde, derginin Aralık 2024 sayısında yayımlanmıştır.